Çınarlar (Babalarımıza dair)
Ortaokula başladığım zamanlardı. Öğretmenimiz babalarımızın mesleklerini sormuştu hepimize sırayla. Söyledik tek tek; işçi, memur, şoför, rençber, serbest meslek, bakkal, Almanya’da çalışıyor, öğretmen, sıvacı…. Çoğunlukla işçiydi. Ancak iki arkadaşımız “serbest meslek” demişlerdi, anlamamıştım bu mesleğin ne olduğunu. Sonra öğrendim. Birisinin babası buğday pazarında hamal, diğerinin de ayakkabı boyacısıydı. Yıllar sonra anladım; o yaşlarda bile ezilmişlik duygusu, babalarının mesleğini doğru söylemede utanca dönüşmüştü çocuklarda. Oysa öğretmen; “Babalarınızı seviyor musunuz? ” diye sorsaydı hepimiz bir ağızdan:” Çook… hem de dünyalar kadar” diyecektik.
Namuslu ve hünerli elleriyle yaşam ustasıydılar. Sırtımızı dayadığımız çınar ağacı gibi korunaklıydı gölgeleri. Kızını okutanın gözleri parlardı; “kızımı okutuyorum, mesleği olacak, kocasının eline bakmayacak” diye, oğlunu okutanın gönül rahatlığı vardı; “oğlum bir baltaya sap olacak” diye. Ve çocuklarının vesikalık resimlerini taşırlardı gururla, cüzdanlarının görünür yerlerinde.
Kimi annelerin babalarına kızgınlıklarını; “Babası gibi dağınık”, “Evin yolunu bilmeyen”, “Armut dibine düşer” , “Babası kılıklı” atışlarıyla başlattıkları anne saldırılarında,
babaların barış gücüydü çocukları. Bakmayın bazı babaların çocuğu kız doğduğunda üzüldüklerine. Kabil ile Habil meselesinden beridir ki kız evlatlarını çok sever babaları.
“Babanın yanında içki, sigara içilmez” adabının olduğu zamanlarda; ucuz şarap içen delikanlı oğlunu masasına buyur edip rakı ikram edecek kadar kalender, yanında sigara
içmeyen genç evladının cebine sigara paketi koyacak kadar yüce gönüllü insanlardı onlar. Daha da önemlisi evlatlarını “adam etmek” ti dertleri. Uzak ve büyük kentlere yüksek okul
okumaya gönderdiler çocuklarını. Zor ve karanlık günlerdi. “Adam olsunlar” diye gönderdikleri evlatlarının cenazeleri geldi sonra arkadaşlarının omuzlarında, kalabalıklarla, pankartlarla. Hepsinin genç ve güzel baktığı resimlerinin altında yazan; “Vuruldun kavgada dağ gibi düştün / Zelzelen duyuldu dört bir tarafta” yaka resimleriyle, sloganlarla yürüyen kırmızı bir ırmak akardı caddelerde, bulvarlarda.
“Dört bir tarafta duyulan zelzele” onların, yani babaların yüreğinde patlardı aslında. Yine de ayakta durmaya çalışırlardı yıkılmış, yürekleri yangın yeri. Ama çoğu ağlamayı ar sayardı kendine.
Ve çoğu ömürlerini eskitti kızlarının, oğullarının yolunda. Ve çoğu gönül koymadı evlatlarına “neden” diye. Çoğunu olması gerekenden fazla yordu acılar, yokluk ve yoksulluklar. Erken çöktüler ve “her ölümün erken ölüm olduğu ” gibi bitiremeden gittiler dünya işlerini.
Kimi evlat zor ve dar yerde olduğundan omuzlayamadı babasının tabutunu. Kimi yarım bıraktıkları tavla partisini tamamlayamadı. Kimi söz verdiği paltoyu alamadı babasına. Belki de en kötüsü doya doya sarılamadılar birbirlerine.
Çoğumuz onları kaybettiğimizde çocukluğumuzdan çıkıp büyüdüğümüzü farkettik dilimize dolanan Cemal Süreya dizeleriyle:
“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum.
Yıkadılar, aldılar, götürdüler.
Babamdan ummazdım bunu kör oldum.”
Çocukluğumuzun masumiyeti ve şimdi evlatlarımıza baba olmanın güzel duygularıyla, elimizde ve yüreğimizde onlardan kalan; bir ömürlük sevgilerimiz ve özlemlerimiz.
Hayatta olan ya da olmayan babalarımıza minnetle, özlemle, saygıyla…
Nihat KARAKOÇ
Değerli arkadaşım Nihat Karakoç’a bu güzel yazısı için (Anı.Makale) çok teşekkür ediyorum
Ağrıdaşım; iyiki Nihat’ın bu yazısını paylaşmışsın. Şimdiki çocuklar babayı böylemi tarif eder bilemiyorum ama Nihat tamda babalar ile ilgili duygularımızı anlatmış. Babalarını kaybedenlerin duygularını hissederek yaşayan babalarımıza sağlıklı ömürler dilerim. Paylaşımın için teşekkür ederim.
Ahmedim çok teşekkür ediyorum.
Okuyup, yüreğinde babalık hisleriyle saygı ve sevgiyi yüceltenlere selam olsun.
Berlinden sonsuz selam ve sevgilerimle Ağrıdaşım.