Varoluş kelimesi felsefi bir terimdir. Bilimsel araştırma ve analizler yapılmadan, her aklına gelenin rastgele kullanacağı kavram değil. Alevilerin; Alevilik üzerine bilimsel akademik araştırmaları olmadığı gibi, varoluşçulukla ilgili de bilimsel incelemeleri bulunmuyor. Buna rağmen varoluşçuluğu sürekli kullanmaları, Aleviliğe bırakalım bir şey katmasını daha çok karmaşa yaratmaktadır. Eskiden belki Alevilerin bilimsel araştırma yapma imkanları yoktu, bu bir noktaya kadar anlaşılabilir. Fakat son 40 yıldır Aleviler gerek bireysel gerekse topluluk olarak, inanılmayacak derecede maddi varlıklara sahip oldular. Aynı zamanda binlerce Alevi akademisyen varken, neden yücelttikleri inançlarını bilimsel bir sonuca bağlamıyorlar? Aynı şekilde Alevilikle ilgili Türkiye’de dahil herhangi bir ülkede bilimsel, akademik bağımsız bir araştırmanın olmaması, dünyanın Alevilere gözünü kapattığının da kanıtıdır.
Alevilikle ilgili binlerce farklı kişiler tarafından kitap yazılmıştır. Bu yazarların kitaplarındaki bilgilerin çoğu, İslamcı devletlerin Aleviliği tarif ettiği bilgilerden ibaret. Bazı yazarlarsa daha fazla kaynak amacıyla İslamlaşmaya yüz tutmuş, Alevi bireylerin hatırladıklarını toplayıp bir tarihin yitmemesine çalıştılar. Fakat bu bilgiler genelde dışlanmış, aşağılanmış Alevilerin duygusal, övgü, korku psikolojisi içerisinde, akılda kalanlardan oluştuğundan çoğu kafa karıştırıcıdır. İslamcı düşünen Aleviler, Şii İslam’a dayanan bilgilerden rahatsız olmadıklarından gayet mutlular. Kendilerini İslam dışı gören Alevilerse, haklı olarak Şii İslam endeksli tüm bilgi, belge ve uygulamaları reddetmektedirler.
Ancak İslam vb. yapılar reddedilirken, psikolojik açıdan Alevileri maddi, manevi tatmin edecek siyasal teorik bir otoriteye ihtiyaç duyulduğu da unutulmamalıdır. 1500 yıldır Alevilere inançsal, maddi, siyasi, askeri olarak güven verecek bir siyasi otoritenin ortaya çıkmaması, Alevilikle ilgili söylenenlerin hiçbir anlam ifade etmediğini göstermiştir. Maddi manevi ihtiyaç duyulan boşlukları Alevi dernek, cemevleri ve ilişkilendikleri siyasi yapılar dolduramadığına göre, asırlardır neyin davasını sürdürüyorlar? Anlam ve etkisi asırlar öncesinden aşınmış, bitmiş doğacılık, hümanizm, çağdaşlık, bilim gibi söylemler, artık ne Alevilerde ne de farklı toplumlarda etki yaratmıyor. Çünkü her yerde üçyüzlü kapitalist talancılığın, tek geçerli kaynak olduğuna tüm dünya inanmıştır.
Çağdaş, laik, modernizm, demokrasi kavramları, Alevilerin kültürlerine uygun olduğu halde, Alevilerde bir kıpırdama yaratmadığına göre ya Alevilik değişmeli ya da kullanılan kavramlar. Alevilerin asırlardır tıkanıp kaldığı püf nokta tam da burasıdır. Alevilik bir dinsel inanç olarak mı çağdaş, bilimden yana veya tamamen bilimsel, pozitif felsefe olup olmadığına karar verememeleridir. Alevilik dinsel bir inanç felsefesi ise, bilimden yanalığı Avrupa ülkelerindeki laiklik, sekülerizm sentezlemesiyle mümkündür. Yok tamamen bilimsel materyalist bir yaşam felsefesi ise, idealizmi çağrıştıran ritüel ve uygulamalar terk edilmek zorundadır. İslam dışı olan Alevilerde bu kafa karışıklığı çok yüksek derecede kendisini gösteriyor. Bilimsel deney ve kaynaklar yerine, Alevilikle ilgisi olmayan genel kavramlarla boğulup kalınmaktadır. Aleviliğin bilimsel felsefe olduğuna inanılıp sürekli tekrarlananlardan “Varoluşçuluk, devri daim, hak, hakikatçılık” gibi kural, ilke, ritüeller incelendiğinde, metafiziğe daha yakın argümanlar oldukları ortaya çıkıyor.
Diyelim ki Aleviler, Yunanlı Filozof Thales’in felsefesinde olduğu gibi doğacı felsefeyi savunuyorlar. O zaman tamamen bilimsel bir doğa felsefesiyle Alevilik tarif edilmelidir. Aleviler Thalesçi değiller. Thalesçi olmadan doğa felsefesine gönül verdiklerini kabul etsek dahi, bugüne kadar doğacılıkla ilgili iki tarihsel düşüncenin gerçekleştiği mevcuttur. Aleviler bunun ikisini aşan farklı bir felsefe olmadığına göre, iki arada bir derede kalmışlar demektir.
1-Aleviler; ya canlı cansız varlıkları poloteist pagan anlayışla kutsayıp yücelten kural ve ritüellere inandıklarını kabul edip netleştirmelidirler. Ya da Zerdüşt ve Mazdek’in düalist ilkelerle gerçekleştirdiği inanç ve mantık felsefesine göre hareket etmelidirler.
2-Veya Aleviler; Yunanlı Thales gibi filozofların doğacı felsefelerine dayanan bir kültürü geliştirip, bunu inançlarla ilişkilendirmeden materyalist temelde savunup sürdürmelidirler. Bu zamana kadar doğaya bağlılık bu iki düşünce doğrultusunda gerçekleşmiş olup, Alevilerin savundukları varoluşçuluk ne bir yeni felsefe ne de öncekilere uymaktadır. Staoculardan bazıları, Thales’in doğa felsefesine dinsel kavramlar yüklemeye çalıştılarsa da tutmadı. Aleviler Stoacılardan da habersiz. Varoluşçuluğu modern felsefecilerin düşünceleriyle ele alırsak, Alevi varoluşçuları bir yere oturmak hiçbir şekilde mümkün olmuyor.
Varoluşçuluk felsefesi 1800 yıllardan itibaren ortaya çıkmıştır. Varoluşçuluğu irdeleyen felsefecilerden Neietsche, Heidigger, Sartre, Camus, Beauvoir, Kafka, Dosteyevski ve Kriegkegaard gibiler başta gelenlerdir. Bunlar içerisinde yalnızca Krieggkegaard varoluşçuluğu tanrıya inanışla tarif edip, tamamen metafizik pencereden bakmaktadır. Kriekegaard’a göre insan tanrıya inanmasıyla, içerisinde bulunduğu boşluğa anlam yükleyerek kendisini var etmiştir der.
Heidigger gibi felsefecilerin ortak görüşüyse, insanın dünyaya fırlatılması olgusal bir fenomendir. Daha sonra özünü var etmesiyle ancak varoluş temelinin gerçekleştiği ifade edilir. Buradaki felsefi mantıkta, insanın dünyadaki iyi, kötü, nitelikli, niteliksiz karakter yapısı irdelenmeden, sadece diğer canlılardan birtakım farklı duygu ve edimlerle oluşturduğu yaşamla, varoluşçuluğun ortaya çıktığı belirtilir. Bu yaklaşım doğruları içermekle birlikte, Nietsche’nin belirttiği gibi büyük eksiklikler taşıyor.
Örneğin Nietzsche; insan dünyaya fırlatıldığı halde kendisinin, dünyanın ne olduğunu anlamadan sürü şeklinde yaşamaktadır. Sürü konumda olmak varoluşsal aşamaya gelinmemiş demektir. Hatta Nietzsche modern kapitalist Avrupa’nın da sürü mantığa göre yaşadığını ifade eder. Bunu da metafizik inanışı büyütüp desteklemesi neticesinde, insanlar kendi kişilik yapılarını sorgulamadan muktedirlere köle (Sürü) olmalarıyla ifadelendirmektedir. Modern Avrupa’da tanrı ve maddiyata tapınma devam ettikçe, değil özne olmak nesne durumundan da aşağıdadır. Çünkü canlı cansız tüm varlıklar bir ontolojidir, ancak insan varlık olma aşamasını aşıp, gerçek anlamda “Üst İnsana” ulaştığında varoluşa sahip olur. Ve bunu da önce tanrıyı öldürüp/nihilistleştirerek, sürü karakteri bitirmekle mümkündür.
Varoluşçulukla ilgili felsefecilerin düşünceleri bu temelde iken, Alevilerin dağ, taş, su, toprak, ateş, güneş, hızır vb. şeyleri kutsayıp yüceltmelerini, dinsel olarak ele alsalar buna bir itirazımız yok. Çünkü felsefeci Kriegkegaard’ın varoluşçuluğuna uygun bir durum olur. Ancak dinsel inancı kabul etmeyen Aleviler, dine uzak varoluşçu felsefecilere de uymadıkları için, büyük bir çelişkiyle yaşadıklarını artık görmelidirler. Aleviliğin 3000 yıl önce icat edilmiş ilkelerini ne tam din ne de pozitif bilimsel temele oturmadan, ikilemli bir çelişkiyle günümüzde de yaşatılacağına inanmak, en büyük düşünce sorunudur. Kaldı ki yaşlı Alevilerin çoğu, Alevilik ritüellerinin bir anlamı kalmadığına inanmış durumdalar. Tarif edilen düşünce ve bilgi karışıklığından kaynaklı, Aleviler bin yıldır bir adım ileri gidemediler, bunda ısrar edilirse gitmeleri de mümkün değildir.
Cemal ZÖNGÜR
Kaynak Notlar:
http://www.beytulhikme.org/Makaleler/2115795813_11_Esenyel_(745-764).pdf
Düzce Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü
81620, Düzce, Türkite.
Nietzsche Bir Varoluşçu mu?
Adnan Esenyel
Nietzsche; insanı, özünde anlamsız olan bir dünyanın içerisinde anlam arayan bir canlı olarak resmeder. Eğer Nietzsche böyle bir dünya resmi çiziyorsa ve her tür tümel, evrensel öğeden uzaklaşıp bireyselliği ön plana çıkarıyorsa bu durum onu bir varoluşçu haline getirmez mi? İşte bu sorular bizi doğrudan Nietzsche’nin üstlenmek istediği bireysel ve kültürel projeye taşımaktadır. Nihilizm kavramı bu bağlamda, Nietzsche ile varoluşçuluk arasında kurulmak istenen ilişkinin doğasını anlamak için bize uygun bir çıkış noktası sunabilir.
Nietzsche’ye göre zayıf ruhlu sürü insanının, yaşama ilişkin içkin bir anlam yaratma kapasitesinden yoksun olmasının sonucu olarak “yaşam yadsıyıcı” bir nitelik şeklinde kendisini gösteren nihilizm, sadece insanın yapı bütünlüğünde gerçekleşecek bir dönüşümle aşılabilir. Bu noktada
Nietzsche insanın sürü içgüdüsünden kopmasını ve üst insana (übermensch) dönüşmesini önermektedir.
Nietzsche nihilistik değerlendirme şeklini değiştirmek için üst insanı ileri sürerek, yaşama ilişkin içkin bir anlamı meydana getirecek olan bir var olma biçimine işaret ettiğini düşünür (1999: Z, I Zarathustra’s Vorrede 3). Esas itibarıyla yaşama anlam verebilmek için onun değersizliğini gündeme getirmek durumunda kalan “sürü insanı”na karşıt olarak metafiziksel (aşkın) anlatılara/ideallere/değerlere ihtiyaç duymayan “üst insan”, dünya ile bağ kurmamıza olanak veren ve yaşama ilişkin içkin bir olumlama sunan değerlerin ve anlamların yaratılmasını bizzat üstlenen kişi olarak Nietzsche tarafından ileri sürülür.Nietzsche’ye göre sadece hastalıklı bir insan tipinin değerlendirmesine ve de zayıf bir karaktere işaret eder. Nietzsche bu yüzden uyumsuzluk fikrinin ve bu fikrin tezahürü olan nihilizmin aslında başka bir problemden kaynaklandığı düşüncesindedir. Ona göre problemin kaynağında dünyanın anlamsızlığı değil; fakat “köle ahlakına” sahip olan ve bir sürü içgüdüsü ile yaşama değer biçen insanın zayıflığı, yozlaşması, sağlıksız oluşu yatmaktadır. Böylece Nietzsche için nihilizm problemi nihayetinde bir insan problemine dönüşür. Artık burada sorunlu olan ve nihilizmin çıkış noktası olarak görülem öğe dünyanın kendisi değil, fakat bizatihi dünyayı bu şekilde değerlendiren sürü insanıdır. Bu anlamda Nietzsche, problemin odağını ve böylece de anlamını değiştirmektedir.
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/715488
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Fırat University Journal of Social Science Cilt: 23, Sayı: 2, Sayfa: 247-262, ELAZIĞ-2013
Vedat Çelebi
1-P. SARTRE ve S. KIERKEGAARD’IN VAROLUŞÇULUK DÜŞÜNCELERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI Comparison of Philosophy of Existentalizm; S. Kierkegaard Versus J. P. Sartre Vedat ÇELEBİ*
Kierkegaard için ise, Tanrı’nın var olması, varoluşun merkezinde en temel zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Sartre’ın Tanrı’yı reddetmesinin ya da var olup olmamasını bir açıdan önemsiz olarak görmesinin nedeni, “Tanrı’nın varlığını gösteren en değerli kanıtın dahi kişiyi kendinden, benliğinden kurtaramayacağıdır” (Sartre, 2005: 65). Buradan da anlaşılacağı üzere, Sartre’a göre, Tanrı’yı kabul etsek bile biz varoluşun sorumluluğundan kurtulamayız. Bu durum insanı kendi özünü oluşturma sorumluluğundan alıkoymaz. Çünkü insan özgürdür ve bunu hiçbir şey engelleyemez. Kierkegaard’a göre, kendi varlığına Tanrı’yı şahit tutmayan, yani Tanrı ile karşı karşıya gelmeyen insan, gerçek varoluşa ulaşamaz. Böyle bir insan ne biricikliğini ne de oluşunu tamamlayabilir. Yani özgürlüğü de yok olur. Nitekim Kierkegaard Tanrı’yı sevmenin, onun karşısında olduğunu hissetmenin nasıl bir şey olduğunu şöyle açıklar: “Herkes kendi yolunca ve sevdiğinin büyüklüğünce büyüktü. Kendini seven kendi kendine büyüktü. Diğerlerini seven fedakâr bağlılığıyla büyüktü. Oysa, Tanrı’yı seven herkesten büyüktü” (Kierkegaard, 2002: 16).
https://evrimagaci.org/soru/varolusculuk-tam-olarak-nedir-1365
Taner Beyter
Felsefe Editörü
Varoluşçuluk kendi içerisinde birçok alana dair yaklaşım barındıran ve 1900’lü yıllardan itibaren özellikle 2.dünya savaşıve sonrası yükselişe geçmiş bir felsefe akımıdır. Zamanla o kadar popüler hale gelişmiştir ki bu akım varoluşçu psikoloji, edebiyat, tiyatro, şiir, sinema gibi birçok alanda kendini göstermiştir.
Varoluşçuluğun nasıl ortaya çıktığına yönelik birçok yaklaşım vardır ancak en genel kabul gören yaklaşımlardan biri Soren Kierkegaard’ın metinlerinin ve Heidegger’in fenomenolojik yaklaşımının akım içerisinde temel bir yeri olduğudur. Zamanla Sartre ve Camus (bir varoluşçu olduğunu kabul etmediği söylenir) akımın daha da büyümesine önemli katkılar yaparak kendi varoluşçu yaklaşımlarını ortaya koymuşlardır.
Varoluşçuluğun başlangıç önermelerinden biri şudur; “İnsan bu dünyaya fırlatılmıştır, bu dünyaya terk edilmiştir ve burada unutulmuştur.” İnsan içinde yaşadığı dünya ve topluma dair hiçbir verili gerçeklik ile dünyaya gözünü açmaz. Var olduğu andan itibaren toplum, kültür, din, ideoloji vb. gibi “gerçekliklerle” çevrelenmiş olduğunu fark eder. Bir varoluşçu bu andan itibaren en temel soruyu sorar; “o zaman varlığımızın anlamı nedir?” ya da “anlam nedir?”
Heidegger ve takipçileri bu soruya cevap verirken sıradışı bir dil kullanarak Angst ve Dasein kavramları gibi 100’ün üzerinde kavram icat ederek yeni bir fenomenoloji inşa etmeye çalışır. Angst, Türkçe’ye “varoluşsal kaygı” diye çevriliyor (kimileri bu çeviriye katılmasa da), insan varlığın anlamını unutmuştur Heidegger’e göre; çünkü “varlık nedir?” diye bir soru sorsak kimse bu soruya cevap verememektedir. Ya varlık varolandır türü bir totolojiyle cevap vereğiz bu soruya (ki bu bir cevap değildir, tanrı tanrı olandır, su su olandır bir cevap sayılmayan totolojidir.) ya da bilmiyoruz diyeceğiz. Ancak bu ne anlama gelir? Nasıl olur da varlığın anlamını bilmeyen bir varlık olarak insan var olmaya devam eder? Heidegger insan varoluşunun diğer eşya veya canlıların varoluşu gibi olmadığı ve farklı bir otantiklik, dünyaya açıklık içerdiğini söyler. Bu dünyaya açıklık insanın fırlatıldığı dünyada varlığının anlam kazanmasını sağlar. Ancak diğer yandan “dil, varlığın evidir.” der Heidegger. Dil’i en iyi kullananlar da şairlerdir, o halde şairler varlığın çobanlarıdır ve bizi “unuttuğumuz varlık yurduna” (varlığın anlamını bilmiyorduk, unutmuş olduğumuz varsayılır) götürecek olanlardır. Bu doğrultuda Hölderlin, Rilke gibi birçok şairin şiirlerini çözümlemeye yönelmiştir filozofumuz. Heidegger’in anlayışımı çok karmaşık ve geniş çaplıdır, Sarte Varlık ve Hiçlik adlı metninde Heidegger’in Varlık ve Zaman adlı kitabının bir nevi değerlendirmesi ve eleştirisi ile yola çıkarak kendi yaklaşımının temellerini atmıştır. Ona göre Varoluşçuluk, “önce var olan varlığın daha sonra özünü inşa etmesi” yani kendine yeni anlamlar yaratmasıyla ilgilenir.
https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/803967
Haluk Aşar
Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Elemanı.
FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2014 Bahar, sayı:17, s. 85-99.
ISSN 1306-9535, www.flsfdergisi.com
Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim elemanı Heidegger varlığın yapısı ile anlamını açıklamaya çalışırken, insan varlığının ciddi bir analizi ile varlığın gerçek yüzünü tanımanın mümkün olacağına inanır. Kitapta ‘varlığın anlamı sorusu’ nu gündeme getiren Heidegger bu soruyu aynı zamanda Dasein sorgulamasına dönüştürür; çünkü varlığı anlayan, hem de kendi var oluşundan ötürü anlayan, varlığın anlamını kendi varlığında bulan yalnızca şimdi ve oradaki varlık olarak tanımlanan Dasein’dır. Heidegger’e göre, “Dasein’ın özü var oluşunda yatar. Bu varolanda meydana çıkartılabilen karakterler şöyle ve böyle bir ‘görünüme’
sahip mevcut bir var olanın mevcut ‘özellikleri’ olmayıp, hep kendisine ait olan varolma imkanlarıdır, başka bir şey değil.
Ben Alevi değilim, kendime yakın bulduğum çokça Alevi dotlarım var dürüs buluyorum onları herşeyden önce, Alevilik bir yaşam biçimi olduğu düşünenlerdenim. Dedimya Alevi değilim ben Türkiye Ermenisi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım.
Merhaba Fahri Bey, öncelikle ilginize çok teşekkür ediyorum. Kimliğinizi açıkça ifade etmenizde sizin açık yürekli bir insan olduğunuz gösteriyor. Aleviler Şii İslam ile tanıştıklarından bugüne kadar, Aleviliği doğru, gerçek bir şekilde tarif edemediler. Aleviliğin yaşam felsefesi ifadesi de devlete yakın kişilerin sıradan bir uydurmasıdır. Bu tarz ifadelerle Alevilik içerisine düştüğü karmaşadan çıkarılamayacağı gibi daha da derin bilinmezliğe sürükleniyor. Dünyadaki her hangi bir yaşam felsefesi, bu zamana kadar var olan iki temel felsefeden ya materyalizme veya metafiziğe dayanarak kültürünü oluşturur. Alevilerde bu durum net değil, her ikisi gibi görünürlerken, hiçbiri şeklinde kendilerini asırlardır kimliksizleştirdiler. Selamlar