Selçuklular, Osmanlı ve Türkiye yönetimleri, kendi öz değerleri olmayan İslami kafatasçılığı topluma dayatmaları neticesinde, Yunus Emre gibi bazı edebiyatçılar bu durumu zaman zaman dudak ucuyla yermişlerdir. Aleviler 1000 yıldan daha fazla horlanıp katliama uğradıklarından, sistemle küçük bir anlaşmazlığa giren herkesi sahiplenerek, siyaset yaptıklarını sanıyorlar. Alevilerin bu durumu hem Alevileri hem de Yunus Emre, Karacaoğlan, Erzurumlu Emrah, Kaygusuz Abdal ve daha nicelerinin, Aleviliklerini ve sisteme karşı olup olmadıklarını sorgulatmaya yetiyor. Özellikle Yunus Emre’nin hayatını incelediğimizde, Aleviliği sahiplendiğiyle ilgili en ufak çaba ve söylemi bulunmuyor. Tüm şiirleri, doğa, sevgi ve genel insan yaşamına hitap eden, orta yolcu bir temaya sahip. Her ne kadar Yunus’un, Alevi olduğu ileri sürülen Tapduk Emre’nin Dergahında yetiştiği ifade edilse de bunların hepsi söylentiden ibaret. Yunus Emre kendisinin Kızılbaş olduğunu ne bir şiirin ne de konuşmasında dile getirmemiştir. İslam’ı her seferinde yücelttiği için, Devşirme Müslüman Türk devletleri Yunus’u daha çok sahiplenmişlerdir.
Dünyanın herhangi bir toplumu, kendi sosyal koşullarına göre yarattığı kültürün olumlu olumsuz tüm yönlerini önemseyip, kaynak şeklinde bunları halkıyla paylaşarak özeleştiri yapabiliyorsa, o toplum veya toplumlar, insani mantığın gelişmesinde samimidir. Müslümanlaşarak öz değerlerine düşmanlaşan Anadolu, Mezopotamya halkların büyük çoğunluğu, Arap İslam masallarını kutsayıp kendi kültürüymüş gibi sahiplendiklerinden, hiçbir zaman gerçek adalette samimi, ısrarcı olmamışlardır. Bu bilinçaltında, özü inkâr etmenin vermiş olduğu psikolojiyle gerçeklerden kaçarak, ayıpları kapatma çabasıdır. Çünkü gerçek adalete dayanan kültür ve sistemler, her alanda yapılan yanlış, hata, hile ve düzenbazlığı sorgulamadan kurumsallaşamamıştır. 1500 yıldır Müslüman toplumların gelişmemelerinin temelinde, tarihsel özlerini inkâr etmek vardır. Bu düşüncelerimizin doğruluğunu anlamak için, İslam şeriatına bakmak yeterlidir. İslam kültürü, şeriatı, fıkıhları, birinci dereceden kan ve kültür akrabası oldukları Yahudiliği ve öncesi ortak yaşamlarını, tamamen inkâr eden bir ırkçılığa sahiptir. Araplardaki bu derin kişilik bozukluğu, Müslümanlaşmış Türk ve Kürtlere daha fazla sirayet etmiş olduğundan, kimliklerini İslam ile tanımlayıp başka bir kültürü tanımazlar.
Bizleri bu kanaate sürükleyen etkenler, Anadolu’da sözde üst kültürel yapıyı oluşturan Türk ve Kürlerin, bu zamana kadar sahiplendikleri öncü, lider, pir, şeyh gibi şahısların çoğu, Arap İslam din ve kültürüne çalıştıklarıdır. Devşirme düzen temsilcileri, Kürt ve Türklerin bundan daha fazla rahatsız olmamaları için, kafalarına göre hazırladıkları kaynaklarda önemli birçok gerçekliği çarpıtıp belirsizleştirmek en büyük politikaları olmuştur. İslam’a sarılarak özden kaçış büyük bir marifet şeklinde, Kürt ve Türklerde en yüksek seviyede görülür. Yunus Emre’nin biyografisini okuduğumuzda, İslami söylencelere dayanan uydurmalarla doluyken, Yunus’un bir Türkmen olduğu belirtilmesi üçyüzlülüktür. Türk veya Türkmen olan bir kişi, kendi kültürünü yüceltecek eserler vermiyorsa, o her türlü cambazlığın maşası demektir. Her tarafı çelişki ve yalanla dolu bu kaynakları yazdıranlar, sözde çağdaş, laik Türkiye Cumhuriyeti yöneticileridir.
Yunus Emre ile ilgili Vikipedi kaynaklar okundukça, her türlü karmaşa daha net ortaya çıkıyor.
Hem kaynaklarda hem de Yunus Emre’nin şiirlerine baktığımızda, Yunus’un halis muhlis bir İslamcı olduğu; bu İslami duruşu ise Ahmet Yesevi gibi bazen Şiiliğe bazen Sünniliğe kaymaktadır. Gerçek şu ki, Yunus’un hiçbir şekilde Kızılbaş olmadığıdır. Devletin kendisi ve kaynakları yazanlar, sağdan soldan toplananların söylenceler olduğunu belirtmekten de kendilerini alamıyorlar. Bu yüzden sanatı gereği farklı halklar tarafından severek dinlenen Yunus Emre gibi kişileri, devlet sürekli Hünkâr Bektaşi Veli ile ilişkilendirmeye çalışırken, Aleviler bu oyunların hep yutmuştur. Halbuki Hünkâr Bektaşı Veli, Devşirme Anadolu Selçuklu Devleti ile bırakalım yana yana durmayı, ona karşı savaşmış Babai bir Kızılbaştır. Devletin bu tür dezenformasyonlardaki amacı, Hünkâr Bektaşı Veli’yi Şii İslamcı göstererek, Sünnileşmeyen Alevileri Şiileştirmektir. Gerçekler bunu bizlere gösterirken, Alevilerin ve Alevi entelektüellerin çözemedikleri önemli bir konuysa; halk ozanlarına siyasi, ulu kişi gibi liderlik misyonu yüklemeleridir.
İstisnaların dışında bugüne kadar, mesleği şairlik veya halk ozanlığı olup, topluma siyasi liderlik yaparak bağımsızlığa götürmüş kişi, dünya tarihinde görülmüş değildir. Bir şair veya halk ozanı, stratejik siyasi teori ortaya koymadığı sürece, edebiyatıyla o toplumun sadece propagandacısıdır. İşte İslamcı olan olmayan Alevilerin düştükleri en büyük hatalardan birisi de yedi ulu ozan adıyla, Yunus Emre gibilere siyaset üstü misyon yüklemeleridir. Bu yüzden kendi gerçek siyasi liderlerini hiçbir zaman yaratamayıp, asırlardır bocalıyorlar. Ozanlar felsefi olarak komünistte olsalar, mesleki açıdan olaylara daha çok duygu penceresinden bakmak zorundalar; bu Müzikolojinin temel kurallarından birisidir. Müzikoloji; olayların dramatik, trajik ve sevgiye bağlı yanlarını lirik, epik, didaktik, pastoral ve satrik şekilde ilave anlamlar yükleyerek eser sahipleri kendilerini dinletmeyi başarırlar. Gerçek siyasi liderlik veya öncülük, duygularla değil yaşananları bilimsel teoriyle analiz edip, ona göre politika geliştirmektir. Bilimsel teoriden yoksun, duygusal siyaset yapanlar ya şarlatandır ya da siyasetten bir şey anlamayandır. Aleviler bu tür kavramları analiz ederek, öncü, lider, kurtarıcının kim olması gerektiğini netleştirmelidirler.
Cemal ZÖNGÜR
Kaynak Notlar:
https://tr.wikipedia.org/wiki/Yunus_Emre#:~
Yunus Emre (1238[3][7] – 1328), Anadolu’da Türkçe şiirin öncüsü[8] olan ünlü tasavvuf ve halk şairidir.[2] Yunus Emre, Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılmaya ve Anadolu’nun[9] çeşitli bölgelerinde büyüklü küçüklü Türk beyliklerinin kurulmaya başlandığı 13. yüzyıl ortalarından[10] 14. yüzyılın birinci çeyreğine kadar Orta Anadolu havzasında, Eskişehir’in Sivrihisar ilçesinde yer alan Sarıköy’de yetişmiş ve Ankara’nın Nallıhan ilçesindeki Tapduk Emre’nin dergâhında yaşamıştır.[kaynak belirtilmeli]
Türk tasavvuf edebiyatı sahasında kendine has bir tarzın kurucusu olan Yunus Emre, Ahmed Yesevî ile başlayan tekke şiiri geleneğini özgün bir söyleyişle Anadolu’da yeniden ortaya koymuştur. Yalnızca halk ve tekke şiirini değil, divan şiirini de etkileyen Yunus Emre, tasavvufla beslenen dizelerinde insanın kendisiyle, nesnelerle ve Allah ile olan ilişkilerini işledi ve ölüm, doğum, yaşama bağlılık, ilahi adalet, insan sevgisi[11] gibi konuları ele aldı.
Yunus Emre, Bâbâîler isyanının patlak verdiği ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kösedağ Savaşı’nda Moğollara mağlup olarak çöküş dönemine girdiği Anadolu tarihinin en karışık dönemlerinden birinde dünyaya gelmiştir. Adnan Erzi tarafından Beyazıt Devlet Kütüphanesi′nde bulunan ve Yunus Emre’nin vefat tarihini 1320 olarak veren ve vefat tarihinde 82 yaşında olduğunu gösteren 7912 numaralı yazmaya göre doğum tarihi 1238 olarak kabul edilmektedir.[11] Yunus Emre’nin doğum yeri hakkındaki rivayetlere dayanan görüşler tutarsızdır. Ancak onun Batı Anadolu’da Sakarya nehri çevresinde bir yerde doğmuş olabileceği ihtimali yüksektir. Yûnus Emre şiirlerinde adının “Yunus” olduğunu söyler. Şiirlerinde isminin önüne “Âşık, Bîçâre, Koca, Tapduklu, Miskin, Derviş” gibi sıfatlar da getirmektedir. Âşık manasına gelen “Emre” lakabıysa on bir şiirinde geçer.[15][16]
Yunus Emre’nin hayatı hakkında değişik rivayetler, söylentiler mevcuttur. En çok yazılan ve dile getirilen, Yunus’un Tapduk Emre’nin dergahına girip olgunluğa erişmesidir. Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhında,[17] bulunduysa da [18] manevi yükselişini Hacı Bektaş-ı Velî′nin kendisini yolladığı Taptuk Emre Dergâhı’nda yaşamıştır ve dergâha çok hizmetler etmiştir.[19] Yunus Emre, Bektaşî geleneğinde ümmî kabul edilmekteyken Halvetî geleneğine göre alim bir müftüdür. Eski kaynaklarda da Yûnus Emre’nin ümmîliğinden söz edilmektedir.
En eski kaynaklar Yûnus Emre’nin mezarının Sivrihisar yakınlarındaki Sarıköy’de olduğu belirtmektir. [kaynak belirtilmeli] Sarıköy’deki mezar Ankara-Eskişehir demir yolu hattının yapılması esnasında 6 Mayıs 1946 tarihinde açılmış, mezardaki kalıntılar geçici mezara nakledilmiştir. Kafatası üzerinde yapılan incelemeler sonucu iskeletin 6 asırdan önceye ve 80 yaşında ölmüş bir adama ait bulunduğunu söylenmiştir.
kalemine yüreğine sağlık
Teşekkür ederim Mehmet can